Kısa Yazılar

Abbasî Halifesi, Sofya'nın fethi üzerine Murad Hüdâvendigâr'a yazdığı mektupta “Sultan-ül-Guzât, El-Mücâhidin” diye hitap ediyordu. Batı dillerinde mutlak anlamda Sultan sözcüğü, yalnız İstanbul'da oturan padişah anlamına gelir.
Gulam, İslam devletlerinde kölelerden oluşan, hükümdarı korumakla görevli olan askeri birliklerdir. Osmanlı İmparatorluğu'nda kapıkulu askerleri olarak devam etmiştir. Gulam, kelime itibarıyla Arapça kökenli olup, erkek çocuk anlamına gelmektedir.
Osmanlı Klasik dönem savaş düşüncesinde,stratejik fakat etkili bir yapılanma vardır. Sefer, Anadolu tarafına ise Rumeli Beylerbeyi sağ,Anadolu sol cenahta, Rumeli tarafına ise Anadolu Beylerbeyi sağ, Rumeli sol cenahta olurdu.Anadolu'da daha çok Müslüman beylik ve devletlerle mücadele edildiği için Rumeliden getirilen ve dinlerini muhafaza ederek Hristiyan kalıp fakat Osmanlılar tarafından timarla taltif edilmiş sipahiler etkili olurken,Rumeli tarafında da gaza ve ganimet ile yanıp tutuşan, gaziler ve akıncılar etkili olarak savaş dinamizmi sağlanırdı.
Orhan Gazi otuz üç yaşında Osmanlılar'ın başına geçti. Tahta çıkar çıkmaz, baba dostlarını davet etti. Onlarla dertleşecek, nasihat ve dualarını alacaktı. Hepsi bir araya geldiler. Candan sohbet ediyorlardı. Osman Gazi'nin ruhu da mutlaka onlarla beraberdi. Padişah en yaşlısına sordu: "Akça Kocam. Seni epeydir göremeyiz, nerelerdesin?" "Ferman buyur, Orhan'ım." "Baba dostlarına ferman işler mi Koca Ağam? İrşat ve nasihat dileriz. Bilirsin ya, bizler de atalarımız gibi derviş gazileriz." "Cümlemizin Sultanısın beyim.. Sen hemen emreyle..." "Bazı küffar beldelerini islah dileriz. Fikriniz nedir?" "Karar senindir ve çok yerindedir Sultanım." "İzmit tekfuresi Prenses Balakonya ile aranız iyiymiş der "Öyledir beyim." Orhan Gazi...
Bir gün IV. Murad sadrazamıyla birlikte tebdil-i kıyafet gezerken bir deri dükkânın önünde dururlar. Dükkân son derece kötü bir durumdaydı ve dericinin hali ise içler acısıydı. İhtiyar derici sandalyesini çekmiş dükkânın önünde oturmaktadır. Padişah: "Selamın aleyküm derici" der. Derici şöyle gelenlere göz atar ve hemen toparlanarak: "Aleyküm selam Ya Cihan-ı Serdar" der. "Yazı kışa hiç katmadın mı?" "Kattım ama hiçbir şey tutturamadım." "Peki geceleri hiç çalışmadın mı?" "Çalıştım ama el aldı." "Peki sana bir kaz göndersem yolar mısın?" Derici “yolarım" der “hem de hiç bağırtmadan." Padişah dericinin yanından ayrılarak saraya döner. Sad razam dayanamaz. "Haşmetlim" der "derici ile yaptığınız konuşmadan hiç bir şey...
Kanuni Sultan Süleyman, Haçlı saldırılarına son vermek için ordusuyla sefere çıkmıştı. Ordu, ağır ağır ilerliyordu. Yol dar, hava çok sıcak olduğundan, ordu mecburen bağların içinden geçerken, askerler susuzluktan kıvranıyordu. Çok güzel üzümleri bulunan bir bağdan geçerken, askerin biri dayanamayıp, bağdan bir salkım üzüm kopararak biraz olsun susuzluğunu giderdi. Sonra da, asma ağacına, yediği üzümün çok üzerinde bir para bağlayarak, yoluna devam etti. Çok geçmeden mola verildi. Asker, kan ter içinde bir köylünün koşarak geldiğini gördü. Hıristiyan köylü ısrarla padişah ile görüşmek istiyordu. Köylüyü Kanuni'nin huzuruna götürdüler. Kanuni sordu: "Nedir bu halin, kan ter içinde kalmışsın, yoksa askerler sana zarar mi verdi?"...
İktidarları dönemlerinde birçok defa kuşatılarak alınamayan, padişahlara bıkkınlık veren 8 bin 336 kilometrekarelik Girit adası, iki padişah döneminde yirmi dört yıl içinde defalarca kuşatıldı. Ekonominin bozulup İstanbul'da ocakların isyanlarına neden oldu. Sonunda da fethedilmiş olup, bu bilginin padişaha bildirilmesi olayı, Osmanlı mutfağını ilginç bir şekilde tirit ile buluşturdu. Sultan İbrahim, uğruna yüz otuz bin şehit verdiğimiz Girit'in mutlaka alınması için ısrar eder. Ama hiçbir girişimden sonuç alınamaz. Seneler seneleri kovalar. Sıra çocuk yaşta tahta geçen Sultan Avcı Mehmet'in olmuştur ama bir türlü alınamayan ada Girit ismini duymaya onun da tahammülü kalmamıştır. "Girit'i almadan kim gelirse ve kim bana Girit'ten...
Devrin ailesi emrindeki yöneticiler ile atının üstünde şatafat içinde şehre girer. Yol kenarlarında insanlar iki büklüm el pençe valiyi selamlar. Bütün bu şatafatlı itaat gösterileri arasında valinin gözleri, bir sokağın köşesinde yere çökmüş olan ve etrafındaki hiç bir şey ile ile ilgilenmeyen bir adama takılır. Perişan kılıklı, saçı sakalına karışmış bu adamın olduğu yere sürer atını vali. Atının üstünden inmeden , vakur ve sert sesli bir ses tonu ile bağırır adama. ''Behey adam, herkes benim şehre girişimi el pençe karşılarken sen kimsin ki yerden bile kıpırdamıyorsun? Perişan kılıklı adam istifini hiç bozmadan, sakallarının uzun saçlarının belli belirsiz gözüken gözlerini valiye çevirerek: ''Ben hiçim'' der. Vali daha da...
19. Yüzyılda Almanya'nın Mülheim şehrindeki Ren nehrinin bir yakasında Almanlar, öbür yakasındada Fransızlar oturuyordu. Fransızlar, her sene nehrin Almanlardaki tarafına geçip mahsulün tümünü toplayıp götürüyorlardı. O sıralar, birliğin, temin edemiyen güçsüz Almanlar ise buna fazla ses çıkarmıyorlardı tabi. Her sene böyle olunca çareyi Osmanlı sultanına durumu yazıp, imdat istemekte bulurlar. Mektupta şöyle demektedir: "Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar. Siz ki, dünyaya adalet dağıtan imparatorluğun sultanı, İslamiyet'in de halifesisiniz. Bizi şu zulümden kurtarın. Asker gönderin. Ürünlerimizi bu sene toplama imkanı sağlayın." Çöküş zamanına girildiği bir zamana denk gelen yardım isteğini...