İlâhî! Nûrun şerefine, Habîbin hürmetine bize zafer nasip et! Bir bölük mücâhidi mahzun etme!…
Artık vakit tamamdı. İstanbul fethi gerçekleşiyordu…
Tekbir sesleri, ezan ve Kur’ân nağmeleri surlarda bulutların kanadına konup semâ semâ yükselirken beklenen an geldi ve İstanbul kapıları ebedî olarak Müslümanlara açıldı… Fetih, Akşemseddin Hazretlerinin dediği demde olmuştu… Hünkâr, saâdetinden uçacak gibiydi… Mübârek yüzünden nurlar akıyordu… Beyaz atı üstünde ilerliyordu… Hemen yanı başında yüce mürşidi bulunuyordu.
Muzaffer orduyu selâmlayan mağlûplar, Akşemseddin’i hünkâr sanarak ona doğru koştular ve ellerindeki çiçekleri Ak Şeyh’e uzattılar:
– Buyurunuz, ey âlem padişahı!…
Yüce şeyh, eliyle hünkârı işaret ederek:
-- Sultan Mehmed Han odur, ona gidiniz!…
O zaman, genç ve muzaffer kumandan güneş güneş gülümsedi ve dedi:
– Gidiniz, yine ona gidiniz!… Evet, ben padişahım, ama o benim hocamdır!
Sultan Mehmed Han fethin ilk günü öğleden sonra şehre girdi. Ayasofya’ya giderek namaz kıldı ve min-baʿd (bundan sonra) tahtım İstanbul’dur diye buyurdu.